Yeni Zelanda

Atlas Dergisi, Sayı 361, Mayıs 2023 – Yazı ve Fotoğraflar Mehmet İlbaysözü

Uzun Beyaz Bulutun Ülkesi

Dünya haritasının güneyinde, Antarktika’nın yanı başında her şeye uzak bir adalar topluluğu Yeni Zelanda. Büyük Okyanus’un bu köşesinde yanardağlardan buzullara, karlı zirvelerden yemyeşil ovalara, zengin biyoçeşitliliğe sahip tertemiz sahiller ve yüksek platolara coğrafyanın tüm güzelliklerine rastlanıyor. Yeni Zelanda, doğa dostu yaşam biçimiyle dünya için dikkate değer bir örnek durumunda…

YENİ ZELANDA KİMLİK KARTI

Yeni Zelanda, Kuzey Adası ve Güney Adası olarak adlandırılan iki büyük ve sayıları 700’ü geçen küçük adadan oluşuyor. İki ana ada, en dar yerinde 22 kilometre genişliğindeki Cook Boğazı’yla birbirinden ayrılıyor. Yaklaşık 5 milyonluk ülke nüfusunun yüzde 20’ye yakınını yerli halk Maoriler oluşturuyor. Ülkenin başkenti, Kuzey Adası’ndaki 212 bin nüfuslu Wellington. Yeni Zelanda’nın en büyük ve kalabalık şehriyse yine Kuzey Adası’ndaki 1 milyon 440 bin nüfuslu Auckland. Alan olarak daha büyük Güney Adası, Güney Alpleri adıyla bilinen silsileyle uzunlamasına ikiye bölünüyor ve oldukça dağlık bir yapıda.

Kuzey Adası’ysa volkanik aktivitelerin yoğun olduğu bir bölge ve bu özelliği Yeni Zelanda’yı bir volkan ve deprem ülkesi haline getiriyor.

Milford Sound’da tur düzenleyen tekneler, şartlar uygun olduğu sürece şelalelerin altına kadar giriyorlar.

Bulunduğun yere en uzak yer, yine bulunduğun yerdir” diye bir söz duymuştum. Yanlış da değil aslında. Hiç yön değiştirmeden sürekli ileri hareket eden bir kişinin varabileceği en uzak nokta, yine yola çıktığı nokta olur. İyi de ben neden kendimi daha önce hiç bu kadar uzakta hissetmemiştim. Buranın ayrı bir büyüsü var sanki, tüm söylemleri alt üst eden. Yaşlı yerküremizin en güney, en uzak ve belki de en yalnız ülkesinde, Yeni Zelanda’dayım.

İngiliz kâşif Kaptan James Cook’un seyir defterine göre, 15 Ekim 1769’da gemisi Endeavour’a yanaşan bir Maori balıkçı teknesi, Cook’un hizmetlerine bakan ve tercümanlık yapan Tahitili Tupaia’nın 12 yaşındaki yeğeni Taiata’yı kaçırmaya kalkar. Bunun üzerine Endeavour mürettebatı balıkçı teknesine ateş açar ve iki Maori’yi öldürür. Taiata tekneden atlayarak gemiye dönmeyi başarır. Bu olay üzerine Kaptan Cook bu sarp sahil şeridine “insan kaçıranlar burnu” anlamına gelen “Cape Kidnappers” adını verir.

İsmini İngiliz kumandan Charles Napier’den alan Napier kentinde ünlü sümsük kuşu kolonisine doğru yol alırken rehberimizin anlattığı bu hikâyeyi dinliyoruz. Kuzey adasının doğu kıyılarında bulunan Napier şehrine yaklaşık 33 km mesafedeki bölgeye ulaşabilmek için 40 dakikalık bir araç yolculuğu yapmak gerekiyor. Ben, Napier’den satın aldığım bir turla bölgeye ulaşıyorum.

Yeni Zelanda, Maori dilinde “uzun beyaz bulutun ülkesi” anlamında “Aotearoa” olarak anılır. Maori sözlü geleneğinde, yarı efsanevi Polinezyalı kâşif Kupe’nin Yeni Zelanda’yı keşfettiğine inanılır. Efsaneye göre Kupe bu topraklara okyanusta yol aldığı kanosunun adını vermiş ve keşfi sırasında Kupe’ye uzun beyaz bir bulut yol göstermiştir.

Yeni Zelanda’yı “keşfeden” ve 1642’de kayıtlarına alan ilk Avrupalı ise Hollandalı kâşif Abel Tasman. Yetenekli bir denizci olan Tasman’ın bu keşfi, Güney Adası’nda Maorilerle yaşadığı anlaşmazlık ve çatışma sonunda mürettebatından dört kişinin canına mal olmuş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu olayın ardından uzun süre Avrupalılar bu topraklara uğramazlar. Yine de bu öncü keşif, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Avrupalılar tarafından kolonileştirilmesinde önemli rol oynar.

1769’da bölgeye gelen ünlü İngiliz kâşif, kartograf ve deniz subayı James Cook neredeyse tüm kıyı şeridinin haritasını çıkarır. 1840’ta Birleşik Krallık ve Maori şefleri arasında imzalanan ve Yeni Zelanda’nın kuruluş belgesi olarak geçen Waitangi Antlaşması’yla ada, Büyük Britanya’nın parçası haline gelir.

Yeni Zelanda 1907’de dominyon olur, yani İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi ve İngiliz Krallığı’na bağlı olmasına rağmen kendi kendini yönetme hakkını kazanır. Ülke 1947’de tam bağımsızlığını kazansa da günümüzde İngiltere Kralı III. Charles, parlamenter monarşiyle yönetilen Yeni Zelanda devletinin de başı konumunda.

Sümsük Kuşları Arasında

Bu tarihçeden sonra yine kaldığımız yere, Kuzey Adası’nın meşhur Cape Kidnappers’ına dönelim. 1769’da Maori yerlileriyle Kaptan Cook ve mürettebat arasındaki şiddetli karşılaşmaya şahitlik eden bu bölge şimdilerde Avustralasya sümsük kuşuyla biliniyor. Yeni Zelanda’nın iki büyük adasından Kuzey Adası’nın doğu kıyılarındaki Napier şehrine yaklaşık 33 kilometre mesafedeki burunda binlerce deniz kuşu ürüyor. Yolda, son noktaya kadar kuşlardan iz bile yok. Kandırıldığımı düşünüyorum. Binlerce devasa kuşun en azından sesini duymalıyım, birkaçını uzaktan da olsa görebilmeliyim. Ben bu düşüncelerle etrafıma bakarken rehberimiz de aklımdan geçenleri okurcasına bizi kandırdıklarını, burada kuş falan olmadığını söyleyip basıyor kahkahayı. Derken son bir küçük tepeciği aşınca karşımızdaki manzara aklımı başımdan alıyor.


Etrafta kulakları sağır eden bir ses, havada insanın içine işleyen nem ve keskin bir koku… Binlerce devasa sümsük kuşu gagalarını tokuşturuyor, kafa kafaya verip eğiliyor, kafalarını sallayıp yuvadaki hâkimiyet alanlarını bildiriyor ya da gagalarını gökyüzüne çevirip uçma sinyali veriyor. Çok geçmeden kokuya da, sese de alışıyorum. Nefes kesici güzellikteki bu yaratıklar, çevrelerindeki insanlara aldırmadan günlük rutinlerine devam ediyor. Bir yanda yavrusuyla ilgilenen ebeveynler, diğer yanda avda dönenler…

İncecik beyaz tüyleriyle küçük birer dinozoru andıran yavrularda yetişkin bireylerin göz alıcı renklerinden eser yok. Genç bireylerse yetişkin formunu almış ancak onların da karakteristik sarı, siyah ve beyaz tüyleri henüz çıkmamış. Ebeveynleriyle neredeyse aynı büyüklüğe ulaşmışlar ama alaca kahverengi tüyleriyle hemen ayırt ediliyorlar. Gençler, yavrulardan farklı olarak rüzgâra karşı durmak bilmeyen kanat egzersizleri yapıyor, okyanusun sert koşullarına hazırlanıyor.

İri gövdelerine rağmen usta bir avcı ve dalıcı sümsüklerin yetişkinlerinin boyu 80-90 santime, kanat açıklıklarıysa 180 santime kadar ulaşabiliyor. Sümsükler çoğunlukla sığ sularda besleniyor ve üreme kolonilerini tamamen ya da büyük ölçüde denizle çevrili alanlar, yani ada ve burunlar ile uçurum ve sahillerin düz alanlarına kuruyorlar. Cape Kidnappers da bu özellikleriyle yaklaşık 5 bin çiftten oluşan Yeni Zelanda’nın bu en büyük sümsük kolonisine ev sahipliği yapıyor.

Kuş Cenneti Kapiti Adası

Sümsük kuşlarının neden Yeni Zelanda’yı bu kadar çok sevdiklerini anlamak güç değil. Büyük Okyanus’a yayılan Yeni Zelanda, Kuzey Adası ve Güney Adası olarak adlandırılan iki büyük ada ile bazıları ana adalardan yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan 700’den fazla küçük adadan oluşuyor. Bu ada ve adacıkların yarattığı deniz ekosistemi, sümsük gibi deniz kuşları için de bolca balık anlamına geliyor. Bununla birlikte Yeni Zelanda sadece bir deniz kuşu cenneti değil… Bunu, ülkenin simgelerinden olan ünlü kivi kuşunu doğal ortamında görebilmek için gittiğim Kapiti Adası’nda görme şansı buluyorum.

Başkent Wellington’dan adaya ulaşım, günübirlik olarak sadece tekneyle yapılıyor ve adaya girişin katı kuralları var. Buraya sınırlı sayıda ziyaretçi kabul ediliyor, doğal işleyişin bozulmaması için dışarıdan yiyecek-içecek getirilmesine izin verilmiyor ve kuş popülasyonunun zarar görmemesi için adaya ayak basmadan önce ayakkabıların altındaki kalıntılara kadar her şey kontrol ediliyor. Görevliler dışarıdan herhangi bir böceğin ya da böcek yumurtasının Kapiti’ye girmemesi için oldukça titiz davranıyor. Adada zaman geçirdikçe bu önlemlerin kuşlar için ne anlama geldiğini daha iyi anlama fırsatı buluyorum.

Adada çok sayıda dikkat çekici kuş türü yaşıyor. Etrafındakilere aldırmadan yanımdan geçip giden takahē, güneşin altında maviden yeşile dönen boynu ve bembeyaz gövdesiyle gördüğüm en güzel güvercinlerden kererū, gördüğü her şeyi yemeye çalışan yaramaz papağan kākā, çalıların arasından çıkıp kayıtsız biçimde önümden yürüyüp giden weka, avuç içimden daha küçük toutouwai, Maori dilinde “küçük papağan” anlamına gelen rengârenk kākāriki, turuncu renkli tepesi ve yeşil gövdesiyle korimako ve siyah gövdesine kontrast, boynundaki bembeyaz papyonumsu tüyleriyle tūī… İnsanlara çok nadir görünen tūī kuşuna rastlamak büyük şans!

Kontrollü ve sınırlı sayıda ziyaretçiye izin verilmesinin kuşların rahatlığında payı olmalı. Fazla tehlikeye maruz kalmadıklarından olsa gerek, kendilerini pek gizleme gereği duymuyorlar. Akşamüstü saat 5’ten önce adayı terk etmemiz gerektiği için bir gece kuşu olan kiviye rastlayamasak da birçok farklı kuş türünü doğal alanlarında izlemekten mutluyum.

Orta Dünya Mekânları

Sadece 5 milyon kişinin yaşadığı Yeni Zelanda’nın geniş topraklarında çok iyi korunmuş sayısız doğa hazinesi uzanıyor; volkanlardan buzullara, yemyeşil vadilerden tertemiz sahillere ve yüksek platolara coğrafyanın tüm güzelliklerine rastlanıyor. Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson da J.R.R. Tolkien’in ünlü eseri Yüzüklerin Efendisi’ni (1954) beyazperdeye aktarmak ve kitapta geçen Orta Dünya’ya can vermek istediğinde, mekân seçiminde pek zorlanmamış; üçlemenin tamamını ülkesinde çekmişti.

İlki 2001’de yayınlanan bol ödüllü filmden sonra oluşan Yüzüklerin Efendisi sektörü, bugün bile ülke ekonomisini besliyor; çekimlerin yapıldığı hemen her yere turlar düzenleniyor. Bunlardan en kolay ulaşılabilenleri başkent Wellington yakınlarında olanlar. Serinin ilk filmi Yüzük Kardeşliği’nde görülen Elf yurdu Rivendell, şehrin yakınlarındaki Kaitoke Bölge Parkı’nda çekilmiş. Gandalf ve Saruman’ın Isengard’da buluşmaları da Harcourt Park’ta filme alınmış.

Burada, film çekimlerinde de bulunan bir rehberin düzenlediği tura katılıyorum. Rehberimiz kuru bir dalı asa gibi kullanarak Saruman’ı oynuyor, gruptan bir kişiye de Gandalf rolünü veriyor ve replikleri harfi harfine tekrar ediyor. Filmin bir sahnesinde Saruman, şeytani güç Sauron’a hizmet edecek büyük bir ordu kurmak için emrindeki Orklara tüm ağaçları köklerinden sökmelerini emreder. Bu emrin ardından filmde peş peşe ağaçların devrildiğini görürüz. Rehberimizin anlattığına göre, Peter Jackson bu sahneyi de parkta sadece tek bir kuru ağacı kullanarak çekmiş, her devrilişten sonra ağaç bir düzenekle tekrar kaldırılmış ve kuru dallarına yaprak eklenmiş.

Filmdeki doğal mekânların çoğunun setiyse Güney Adası’ydı. Bizim yolculuğumuz da güneye!

Güney Adası’nın Yeşil Yolları

Güney Adası’nın doğusundan batısına 566 kilometrelik kara yolculuğu… Dunedin’den yola çıkacak, bir gece adanın iç kesimindeki Queenstown’da konaklayacak ve batı kıyılarındaki fiyortlara; Milford Sound’a varacağım. Bu güzergâh muhteşem manzaralar sergiliyor. Güney Yarımküre’nin en güneyinde ve Antarktika’ya yakın olmasına rağmen Yeni Zelanda yeşil ve bereketli.

Yolculuğumun Dunedin’den Queenstown’a kadar yaklaşık dört saat sürecek 300 kilometrelik ilk etabında sürekli değişen yeşil dünyanın tadını çıkarıyorum. Şehre yaklaşırken Yeni Zelanda’nın en büyük şarap mahzeninde mola veriyoruz. Başlarda kimse ekvatorun 45 derece güneyinde üzüm yetiştirilebileceğine ihtimal vermemiş ancak Gibbston Vadisi’nde bağcılık 1983’te başlamış ve 1987’ye gelindiğinde ilk şarap piyasaya sürülmüş.

Tesisin sahipleri, bulundukları Merkez Otago bölgesinin, Fransa’nın Burgundy ve ABD’nin Oregon bölgeleriyle birlikte bugün Pinot Noir cinsinde dünyanın en iyi üç bölgesinden biri olduğunu söylüyor. Tesisin 400 fıçının üzerinde kapasiteye sahip mahzeni 1995’te inşa edilmiş. Dağa oyulan mahzen ısı ve nem kontrolü açısından herhangi bir yapay müdahaleye gerek duymuyor.

Güney Alpleri’ne Nazır

Wakatipu Gölü kıyısındaki 15 bin nüfuslu Queenstown, Yeni Zelanda’nın kayak ve macera sporları merkezi olarak biliniyor. Tarihi Earnslaw vapuruyla Wakatipu Gölü’nde gezintiye çıkmak kentte yapılacak başlıca etkinliklerden biri. Hâlâ kömürle çalışan en büyük yolcu vapurlarından TSS Earnslaw, adını göl kenarındaki 2 bin 889 metrelik Earnslaw Zirvesi’nden alıyor. 1912’de suya indirilen ve 51 metrelik uzunluğuyla Yeni Zelanda’da inşa edilmiş en büyük buharlı vapur olan TSS Earnslaw, başlarda kargo vapuru olarak hizmet vermiş ve göl kıyısındaki birçok koyun çiftliğine ulaşım sağlayarak havzanın gelişiminde büyük rol oynamış. İşlevi zamanla değişen ünlü vapur Kraliçe Elizabeth’ten ABD Başkanı Bill Clinton’a birçok ünlü ismi konuk etmiş. Yeni Zelanda yakın tarihinin eşsiz bir mirası olan ve hâlâ Wakatipu kıyılarındaki uzak koyun çiftliklerine turistik seferler düzenleyen yaşlı vapur, her yıl Dünya’nın çevresini bir buçuk kez kat edecek mesafede yol alıyor ve her yıl mayıs ve haziran aylarında yaklaşık bir buçuk ay bakıma alınıyor.

Vapur, Güney Alpleri manzarası eşliğinde yaklaşık 90 dakikalık bir yolculuğun ardından Walter Peak Çiftliği’ne varıyor. Wakatipu Gölü’nün sakin bir koyunda bulunan çiftlikte bir koyun kırkma gösterisi izliyorum. Akşam maviliği çökerken emektar Earnslaw bizi Queenstown’a geri götürmek üzere iskeleye yanaşıyor.

Araçla 25 dakika mesafede bulunan, dağların arasında küçük bir kasaba olan Arrowtown ise insanı yaklaşık bir buçuk asır geriye götüren bir “altına hücum” dönemi yerleşimi. Kasabada, ilk maceracı altın avcıları olan Çinlilere ait evler ziyarete açık. Kışın uluslararası kayak takımlarına ev sahipliği yapan küçük kasaba, yaz aylarındaysa tüm dünyadan doğa yürüyüşçülerinin uğrak noktası. Hem alışveriş hem yiyecek-içecek bakımından uluslararası marka mekânlar yerine yerel, kimlik sahibi, özgün mekânlarıyla örnek bir yer.

Dağların arasındaki bu cennet parçasına kalbimi bırakıyor ve yaklaşık dört saatlik Milford Sound yoluna hazırlanıyorum. Fiyortlara ulaşmak için Wakatipu Gölü’nün ve Güney Adası’nın omurgasını oluşturan Güney Alpleri’nin etrafından dolaşmamız gerekiyor. Bu da insan eli değmemişe benzeyen dağ manzaraları demek… Bin 200 metre uzunluğundaki Homer Tüneli’ni geçtikten sonra fiyorda kadar alçalan orman kaplı bir kanyona giriyor yol. Sarp dağların ve bitmek bilmeyen virajların arasından fiyorda varan yol, kışın çığ tehlikesi nedeniyle çoğu zaman kapalıymış.

Ve zirveleri, mürekkep mavisi suları ve ağaç kaplı kayalıkların büyülü birleşimiyle Milford Sound… Fiordland Ulusal Parkı’ndayım. Milford Sound, Tasman Denizi’ndeki ağzından Güney Adası’nın içlerine doğru 15 kilometre boyunca uzanıyor. Sağlı sollu yaklaşık bin 200 metre yüksekliğinde dik kaya duvarlarıyla çevrelenen ve iki büyük şelaleye ev sahipliği yapan bu doğa harikası, yağmurlu günlerde birden ortaya çıkıveren şelaleleriyle de biliniyor. Dünyanın en çok yağmur alan yerlerinden olduğu göz önünde bulundurulursa (yılda ortalama 182 gün yağış alıyor ve ortalama 6.8 mm yağış düşüyor), Milford Sound’un yılın büyük bölümünde sayısız şelaleye ev sahipliği yaptığını söylemek yanlış olmaz. Fiyordu çevreleyen dağ ve uçurumlar o kadar yüksek ki bu geçici şelaleler çoğu zemine ulaşmadan rüzgârla savrulup gidiyor.

Milford Sound’un kalbine girmek için bir tekne turuna katılıyorum. Kaptan tekneyi bir şelalenin altına kadar götürüyor ve önceden yağmurlukları içinde bu anı bekleyen biz konuklarına bir tür şelale banyosu yaptırıyor. Fiyordu havadan keşfetmek için de Milford Sound Havaalanı’ndan uçak ve helikopter turları düzenleniyor.

Bununla birlikte Yeni Zelanda’nın insan eli değmiş yerlerinin bile doğallığını ve temizliğini koruduğu görülüyor. Fiyort için “kusursuz bir saflıkta” tanımı abartılı olmayacaktır. En yakın yerleşime yüzlerce kilometre uzakta olmasına ve bölgeye ulaşmak için saatler süren yorucu bir yolculuk gerekmesine rağmen her yıl bir milyona yakın gezgin ziyaret ediyor Milford Sound’u, bunların bir bölümü de fiyortlara doğrudan gemilerle geliyor.

Bölgenin diğer çekim noktalarından Dusky Sound fiyordunu 1770’te ziyaret eden Kaptan Cook, seyir defterinde buradan “Dusky Bay” olarak bahsediyor. Burayı Avrupa’dan gelen gemiler için uygun bir liman olarak gören Cook, 1773’te fiyorda tekrar gelerek gözlem noktaları kuruyor. Bölge Avrupa’dan gelen ilk ziyaretçiler için büyük önem kazanıyor ancak iç kesimlere ulaşımın çok zor olduğu bir kıyı şeridinde bulunması ve denizcilerin Yeni Zelanda coğrafyası hakkında her geçen gün daha fazla bilgi edinmesiyle giderek önemini yitiriyor. Fiyorda günümüzde bile sadece hava ve denizden ulaşılabiliyor.

Adını anmamız gereken bir diğer fiyort da “sessizliğin sesi” diye de nitelenen Doubtful Sound… Güney Adası’nın 40 kilometreyle ikinci en uzun ve 421 metreyle en derin fiyordu. Kaptan Cook, 1770’te buraya girmekte tereddüt edince balina ve fok avcıları bölgeye İngilizcede “şüpheli” anlamına gelen “doubtful” adını veriyor. Doubtful Sound’u çevreleyen dağlar, daha engin ve eğimli karaktere sahip.

1957-62 yılları arasında Yeni Zelanda Genel Valiliği yapan Charles John Lyttelton, bu bölgeden bahsederken dünyada hiçbir insanın ayak basmadığı çok az yer kaldığını, bunlardan birinin de Yeni Zelanda gibi gelişmiş bir ülkede olduğunu, ancak bu toprakların güneybatı köşesini ziyaret etmeyen birine bunun çok da inandırıcı gelmeyebileceğini ifade etmiş. Yeni Zelanda’da bulunduğum süre içinde valinin ne kastettiğini her gün deneyimlediğimi söyleyebilirim. Gelişmiş ekonomisi ve yaşam kalitesi bakımından üst sıralarda bulunmasına karşın Yeni Zelanda, tüm dünyaya model olabilecek bir çevre temizliği ve doğa dostu yaşam tarzı sergiliyor. Anakaradan bu kadar uzakta olmasının ve düşük nüfusunun da bu durumda payı olduğunu eklemek gerek kuşkusuz.

Tarihi Demiryolunda Yolculuk

Şimdi fiyorttan ayrılalım ve Güney Adası’nın ikinci büyük şehri Dunedin’den tarihi atmosferde bir tren yolculuğuna çıkalım.

1900’lerin başında inşa edilen Dunedin Tren İstasyonu’nda yolcularını bekleyen sıcak sarı tonlardaki tren daha çok bir oyuncağı andırıyor, vagonlarıysa çağdaş bir yapıda tasarlanmış. 1890’larda, yani altına hücum döneminde Dunedin ile Merkez Otago bölgesini birbirine bağlamak için inşa edilen ve çoğunlukla altın avcıları tarafından kullanılan Taieri Gorge demiryolu, günümüzde turistik bir güzergâha dönüşmüş. Zorlu arazi yapısı göz önüne alındığında etkileyici bir mühendislik örneği sergileyen demiryolu hattı, Dunedin’den karayoluyla ulaşılamayan birçok noktaya da erişim imkânı veriyor. Tabii ki bu rota da yolcularını büyüleyici manzaralarla ödüllendiren bir güzelliğe sahip…

Yaklaşık üç buçuk saat süren yolculuk sırasında birçok yolcu gibi ben de trenin içinde sürekli hareket halindeyim. Varacağımız son noktada 15 dakika kadar dinlenip dönüşe geçileceği için bu yolculuk bir varış noktasına ulaşmaktan çok yolun kendisi için yapılıyor, yolcular da vagon aralarında farklı manzaraların keyfini çıkarıyor. Atıştırmalık ve içecek servisi yapılan vagondaki güler yüzlü Marian’dan trende çalışan görevlilerin çoğunun gönüllü oldukları bilgisini alıyorum. Marian, evde boş oturmaktansa ülkesini ziyarete gelenlere yardımcı olmayı tercih ettiklerini anlatıyor. Bu sayede doğaya çıktığı ve birçok farklı kültürden insanla sosyalleşebildiği için kendini şanslı hissettiğini söylüyor.

Yolculuk boyunca bin 407 metre uzunluğundaki Caversham dahil pek çok tünelden geçiyoruz. Rotamızda 1880’lerde inşa edilen ve hâlâ Yeni Zelanda’nın en büyük demir yapısı olan Wingatui Viyadüğü de bulunuyor.

Banks Yarımadası’na Doğru

Yeni Zelanda’nın ikinci en kalabalık şehri olan yaklaşık 400 bin nüfuslu Christchurch, aynı zamanda Güney Adası’nın da en büyük yerleşimi. 31 Temmuz 1856’da yayımlanan kraliyet tüzüğüyle şehir statüsü kazanan Christchurch, Yeni Zelanda’nın en eski şehri unvanına sahip. Christchurch, merkezi bir meydan etrafında tamamlayıcı dört meydandan oluşan ve şehir merkezini parklarla destekleyen bir planlamasıyla inşa edilmiş dünyadaki sayılı şehirden biri, bu özelliğini ABD’nin Philadelphia ve Savannah ve Avustralya’nın Adelaide şehirleriyle de paylaşıyor. Batısında uzanan Güney Alpleri’nin kayalık eteklerinden gelen kaynak sularıyla dünyanın en berrak ve temiz su kaynaklarından birine sahip. Tarihte bölgeden Antarktika’ya yapılan keşif seferlerinin çıkış noktası olan Christchurch, ılıman okyanus iklimi ve canlı şehir yaşamıyla birçok gezginin uğrak noktası olmayı sürüyor, her yıl doğa turizmi ve doğa sporlarına meraklı yüzbinlerce gezgini kendine çekiyor.

4 Eylül 2010’da 7.1’lik bir depremle sarsılan şehirde can kaybı yaşanmamış ancak 22 Şubat 2011’de meydana 6.3’lük ikinci deprem, dünya genelinde bir şehir merkezinde meydana gelen en şiddetli depremlerden biri olarak kayda geçmiş, can kaybı ise 185 kişiyle kalmış.

Christchurch’ün güneydoğusunda yer alan Banks Yarımadası’na doğru doğa harikalarıyla dolu yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğun ardından Banks Yarımadası’ndayım. Yarımada, Güney Adası’nda volkanik özelliklerin en belirgin olduğu yer. Burayı kayıtlarına alan ilk kâşifse yine Kaptan Cook. 17 Şubat 1770’te yarımadayı “yuvarlak bir şekil, kırık yüzeyli, verimli olmaktan çok çorak bir alan” olarak tanımlayan Cook, arka planda gözlemlediği yüksek kara parçasından dolayı yarımadayı hatayla “ada” olarak kayıtlara geçirmiş ve bölgeye gemisi Endeavour’un botanikçisi Joseph Banks’i onurlandırmak için “Banks Adası” adını vermiş. Kendi içinde irili ufaklı birçok yarımada ve koy barındıran Banks Yarımadası’nın suları ağ balıkçılığına karşı sıkı bir korumaya alınmış. Bu küçük koylar birçok deniz canlısının yanı sıra en küçük yunus türü olan beyaz başlı yunusun (diğer adıyla Hector yunusu) da doğal yaşam alanı. Küçük koylarda yaptığımız bu gezide ben de bu güzel canlıyı görme şansını yakalıyorum. Birçok kuş türünü ve kayalıklarda güneşlenen bolca Yeni Zelanda kürklü fokunu da gözlemliyorum.

Bana hayatımdaki en büyük zenginliğimi sorsalar seyahat etme şansına sahip olmak derdim. Yeni Zelanda’ya yaptığım bu uzun seyahat sonrasında bu düşüncemde ne kadar haklı olduğumu hissediyorum. İnsan gezdikçe daha da çok farkına varıyor sahip olduğu hiçbir varlığın, kendisini şahit olduğu güzellikler kadar mutlu edemediğini. Bir de şahit olunan güzellikler Yeni Zelanda gibi uzak ve el değmemiş bir coğrafyadaysa, bizim gibi eski dünyalılar için çok daha paha biçilmez bir hal alıyorlar. Yine uzun bir yolculuğun arifesinde, geminin güvertesinde korkuluklara yaslanmış bir halde taze okyanus esintisinin tadını çıkarıyorum. Karşımda “Uzun Beyaz Bulutun Ülkesi” duruyor. Biz insan türünde bu merak, bu keşfetme arzusu olduğu sürece  James Cook’lar ölmez diyorum kendi kendime. Hatta belki de kendini bilmez bir hadsizlikle kendimi ilk kaşiflerin yerine koyarak. Yine de ilk kaşifler gibi insanlık için değilse bile, her seyahatimde en azından kendim için, kızım için yeni şeyler keşfediyorum, değişiyorum, dönüşüyorum. Bir kez daha gelebilmek, bir kez daha görebilmek umuduyla son kez bakıyorum hayatımı sonsuza kadar değiştiren bu topraklara.

Haere rā Aotearoa, hoşçakal Ye

2008-2009 © Mehmet İlbaysözü

Her hakkı saklıdır. Fotoğraflar ve yazılar, eser sahibinin yazılı izni olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz veya dağıtılamaz.