Kreaktivist Dergisi – 2023 Şubat/Mart Sayısı
Öyle tek cümlelik yanıt bekleyenler için değil bu yazı, baştan uyarayım. Amaç cevapları bulmak değil, kafa yormak. Çorbaya biraz tuz da ben eklemek istedim. Bu soru uzun zamandır kafamı kurcalıyor. 1995 yılında fotoğrafa başladım. O zaman öyle “neden fotoğraf çekiyorum” gibi sorular sormuyordum kendime. Hayyam Pasajı’ndan ilk makinemi aldıktan sonra koşa koşa Galata Köprüsü’ne gitmiştim. 36’lık negatifin bitmesi birkaç dakika sürmüştü. Filmi çıkarıp takmayı da bilmediğimden koşa koşa geri gelmiştim pasaja. Pozladığım film banyoya çoktan atılmıştı, bense makineme yüklenmiş yeni 36’lıkla gerisin geri Galata Köprüsü’ne koşuyordum. Artık camileri ben de çekecektim ters ışıkta, güvercinleri, martıları, vapurları… Hatta bir gün teleobjektif bile alabilirdim belki, güneşi portakal gibi koyardım kadrajıma. Konumuz benim acemi fotoğrafçılık hevesim değil ama birazdan yazacaklarım için de bu kadarını anlatmam gerekiyordu.
Kaliteli metinlerin insanı düşünmeye sevkeden metinler olduğu kanısındayım. Ergün Turan’ın “Siyah Beyaz Baskı” kitabının önsözünü okurken, fotoğraf makinemi aldığım ilk gün anılarım canlandı zihnimde. Turan’ın da sonunda belirttiği gibi olabildiğince öznel bir sohbet tadındaki o önsözü de bu yazıyı yazmama vesile oldu aslında.

Turan, çocukluk anılarıyla süslediği önsözünde, kendi öznel fotoğrafçılık pratiği üzerinden aslında genele de yayılabilecek bir fotoğrafçı davranışına ışık tutuyor. Dokuz yıl boyunca fotoğraf makinesiz hareket edemediğinden bahseden Turan, bir gün Emirgan Korusu’nda fotoğraf çekerken mola verdiği esnada bu alışkanlığın diğer duyularını körelttiğini fark etmiş ve bu bağımlılıktan kurtulmaya karar vermiştir.[1] Aristoteles bir duyuyu kaybedenin, bir dünyayı kaybedeceğini söyler.[2] Bu iddiaya göre örneğin işitme duyusunu kaybeden bir kişi işitme ile ilgili tüm evreni kaybedecektir.
Turan, yine önsözün bir cümlesinde fotoğrafın, yaşamı anlama ve anlamlandırma çabasının hizmetinde olabileceği gibi, aynı zamanda yaşamı ıskalamanın da bir aracı olabileceğini söyler.[3] Duyularını kaybeden kişi, o duyuların evrenini kaybetmenin yanı sıra yaşamı da ıskalamaktadır. Yıllar önce Sydney’in ünlü Liman Köprüsü’nün tepesine çıkmak için fırsatım olduğunda fotoğraf makinemi yanıma alamayacağım söylenince, “fotoğraf çekemeyeceksem çıkmam” diyerek bu fırsatı geri çevirmiştim. Meğer geçmişte nerdeyse her anımı fotoğraf çekebilmek için yaşamış, Sontag’ın dediği gibi, seyahat etmeyi, bir fotoğraf biriktirme stratejisine dönüştürmüşüm.[4] O fırsat bir daha elime geçse, hatta makineme izin bile verseler, galiba şimdi ben yanıma almam. Gerçekten de hayatı çoğu zaman ıskalıyor bir fotoğraf müptelası. “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı” filminde, fotoğrafçı Sean O’Connell’ın, kadrajına giren leoparın fotoğrafını çekmeyip o anın tadını çıkarmayı tercih ettiği sahneyi[5] izlediğimde de aklıma bu Sydney anısı gelmişti. Söz konusu sahnede Walter Mitty, Sean O’Connell’a leoparın fotoğrafını ne zaman çekeceğini sorar. Çünkü kameranın karşısında duran görüntü çok nadir bir anın görüntüsüdür. Sean O’Connell bazen fotoğraf çekmediğini, o anın içinde kalabilmek için fotoğraf makinesinin dikkatini dağıtmasına izin vermediğini söyler Walter’a.

Fotoğraf müptelalığı, hayatı ıskalamak derken, Ergün Turan, keşke fotoğraf olsaymış dediği zamanlardan da bahsediyor. Mahallesini, komşularını, ailesini, çocukluk anılarını anlatırken bir gün lambadan bir cin çıksa, kendisine vereceği çocukluk anılarına karşılık çektiği tüm fotoğraflardan vazgeçebileceğini söyler.[6]
The Walking Dead serisinin ilk sezonunun ilk bölümünde, aile ve anı fotoğraflarıyla ilgili bir sahne vardır.[7] Artık bizim bildiğimiz dünya yoktur. Her yer zombilerle doludur. Dizinin ana karakteri Rick Grimes, dışarıda tanıştığı Morgan Jones’la, karısını ve çocuğunu bulabilmek umuduyla evine gelir. Evde kimse yoktur, çoktan terk edilmiştir. Morgan umutsuzdur ancak Rick yaşadıklarına, en azından evden ayrılırken sağ olduklarına emindir. Tek kanıtı ise ortadan kaybolan aile fotoğraflarıdır. Nasıl emin olduğunu soran Morgan’a evdeki tüm aile albümlerinin, anı fotoğraflarının alındığını söyler. Rick’e göre bu hırsız işi değildir. Kıyamet kopmuştur, eski hayat artık yoktur ancak fotoğraflardaki bellek vardır. Karısı onları yanına almıştır.
Bela Tarr’ın Torino Atı[8] filminde de dünyanın sonu gelmektedir. Kırsaldaki evlerinde yaşayan baba kızın artık evlerinden ayrılmaları gerekmektedir. Kız yanlarına alacakları sandığa, birkaç parça eşyadan sonra son olarak çerçeveli bir portre fotoğrafını da koyar. Muhtemelen bu portre ölmüş olan annesine aittir. Yine dünyanın sonu, yine bir aile fotoğrafı. Sanki o fotoğraf, kopacak olan kıyamete karşı en güçlü silahtır.

Geçip giden her an da kendi kıyametini yaşar aslında. Artık yok olmuştur. O anın kıyametinin kopmasının karşısında bir sigorta gibidir fotoğraf. Özellikle de en kişisel olanları, aile ve anı fotoğrafları. Bu fotoğraflar bana Barthes’ın “punctum”[9] kavramını hatırlatır. Vurucu, delici bir tarafları vardır. Çünkü insan geçmişiyle, belleğiyle var olur. Bellek var oldukça yaşam devam edecektir. Turan’ın önsözünde de kendi anı fotoğraflarını görürüz. Bir de Vahi Öz fotoğrafı. Yaptığı Vahi Öz taklidiyle, çocukluğunda mahallenin neşesi olduğunu yazar. O da Ergün Turan’ın belleğinin bir parçasıdır.
Yaşamı anlamlandırmak mı yoksa yaşamı ıskalamak mı? “Neden fotoğraf çekeriz?” sorusuna verilebilecek iki alternatif cevap gibidir. Bu aşamada “neyin fotoğrafını çekeriz?”, “nasıl çekeriz?”, “ne kadar çekeriz?” sorularını da sormak, bu düşünsel çabaya biraz daha ışık tutacaktır.
Kitabının önsözünde ülke fotoğrafı üzerine de tespitler vardır. Turan’a göre 12 Eylül askeri darbesinin neden olduğu depolitizasyon ve suskunluk ortamı, her alanda olduğu gibi fotoğraf alanında da etkisini göstermiş ve sonuç olarak belgesel fotoğrafçılık adına içerik ve bellek oluşturma kaygısından uzak, bağlamından koparılmış, çoğunlukla biçime odaklanan görüntüler üretilir hale gelmiştir. Ülke fotoğrafına yaptığı bu eleştirinin ardından ülkemiz genelinde fotoğrafın içinde bulunduğu bu sorunu doğru tespit edebilmek adına bir tartışma ortamının oluşturulması gerektiğine işaret eder ve sonuç olarak gerçeklikle kurduğu ilişki ve tanık olma halinden dolayı, fotoğrafın doğal bir sorumluluğu olduğuna vurgu yapar.[10]
Bu sorumluluk aynı zamanda topyekûn bir aydınlanma hamlesini de gerektirmektedir. Çünkü düşünce dünyamızdaki erozyon özellikle 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hızlanarak artmıştır. Bu erozyona dur demek adına “neden, neyi, nasıl, ne kadar çekeriz” gibi sorular, her fotoğrafçının kendisine sorması ve üzerine kafa yorması gereken sorulardır. Özellikle artık neredeyse hemen herkesin cebinde fotoğraf çekebilen bir aygıtın olduğu günümüzde, toplumun tüm bireyleri bu soruların muhatabı olmalıdır.
“Neden fotoğraf çekeriz?” sorusunun, bu soruya cevap bulmaktan çok, fotoğrafçı bireyin düşünsel sermayesine yatırım yapma motivasyonunu artıracağı ve dolayısıyla fotoğraf çekme pratiğinde devrim niteliğinde değişimlere yol açabileceği umuduyla da sorulması gerektiğine inanıyorum. Doğanın fütursuzca katledildiği, betonun kutsandığı, bireyin haklarının ayaklar altına alındığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin her geçen gün daha da arttığı, asgari uygarlık zeminin ayaklarımızın altından her geçen gün biraz daha kaydığı, farklılıkların ve az olanın acımasızca ötekileştirildiği ve şeytanlaştırıldığı günümüzde, bu soruyu sorma gereği, sorumluluktan öte ahlaki bir duruştur da aynı zamanda.
Pahalı teknolojik aletlerin ve malzemelerin biçime ve teknik kaliteye katkı sağladıklarına belki karşı çıkamam ama içeriğe ne kadar katkıda bulundukları konusunda korkusuzca tartışabilirim. Dolayısıyla fotoğraf çektiğini iddia edenler, imgenin hazzının peşinde koşmaya bir mola verip yatırımlarını ve enerjilerini teknolojik oyuncakların büyüsüne harcamak yerine, sadece fotoğraf alanında değil, her alanda daha fazla kitap okumaya, düşünmeye, eleştirmeye ve sorgulamaya harcamaları gerekmektedir. Yazımın başında da belirttiğim gibi kaliteli metinler, okuyucuyu düşünmeye sevk eden metinlerdir. Dolayısıyla okunan ve üzerine düşünülen kaliteli bir metin ya da kitap, fotoğrafçı bireyi ürettiği imgeler üzerine düşünmeye sevk etmenin yanı sıra, aynı zamanda bu imgeleri, pahalı lenslerin ve filtrelerin yaptığından daha berrak, daha kaliteli hale getirecektir. Fotoğraf çekmek kolay gibi görünse de “Neden fotoğraf çekiyorum?” sorusunu sormaya başlayanlar için oldukça zor bir süreç başlamıştır.
Beaumont Newhall’ün şu sözleriyle bitirelim yazıyı: “Herkesin bir fotoğraf makinesi olabilir, herkes fotoğraf çekebilir. İnsanlara fotoğrafın çok basit olduğu söyleniyor fakat gerçek şu ki tam da bu nedenden ötürü fotoğraf çok zor ve tam da bu noktada mücadele etmeliyiz.”[11]
[1] Siyah Beyaz Baskı, Ergün Turan, Say Yayınları, İstanbul, 2007, s.13-14
[2] İlkçağ Felsefe Tarihi, Ahmet Arslan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 218
[3] Siyah Beyaz Baskı, Ergün Turan, Say Yayınları, İstanbul, 2007, s.12-13
[4] Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine, Çeviren Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010, s.11
[5] The Secret Life of Walter Mitty, Yönetmen Ben Stiller, 2013, 1:27:41 – 1:28:34
[6] Siyah Beyaz Baskı, Ergün Turan, Say Yayınları, İstanbul, 2007, s.10
[7] The Walking Dead, 1. Sezon, 1. Bölüm, Yönetmen Frank Darabont, 2010, 37:40 – 38:30
[8]A torinói ló – Torino Atı, Yönetmenler BélaTarr, Ágnes Hranitzky, 2011, 1:50:56 – 1:52:20
[9] Camera Lucida, Roland Barthes, Çeviren Reha Akçakaya, Altıkırkbeş Yayın, İstanbul, 2011, s.39-40
[10] Siyah Beyaz Baskı, Ergün Turan, Say Yayınları, İstanbul, 2007, s.16
[11] Fotoğrafla Diyalog, Çeviren Ayça Göçmen, Espas Yayınları, İstanbul, 2021

